29 Ağustos 2013 Perşembe

Ocağım söndü, nasıl beladır, bırakıp gitti, bu ne devrandır..

Umut merdivenlerden koşarak inerken ikinci kattaki özel kalemde çalışan Seda ile karşılaştı. Seda'yı ne zaman görse önce onun o ipeksi kokan saçlarına sonra da her zaman iki ya da üç düğmesi açık gömleğinin dekoltesine bakardı, Seda da bunun farkındaydı galiba ama amacı da dikkat çekmek olduğu için hiç ses çıkarmıyordu, belki bundan hoşnut bile olabilirdi. 

Yetimhanede büyümüştü Umut. Hatta ona ismini ilk gecesini geçirdiği karakoldaki memurlar vermişti. Bir apartman boşluğunda, camiden çalınma bir seccadeye sarılı olarak bulunmuş. Cami imamının seccadeyi çalanla ilgili "ıslah etsin" duaları pek işe yaramamış olacak ki, ne arayan olmuş Umut'u ne de soran. İki gün karakolda biberonu yutarcasına saldırmış Umut. Yedi yaşındayken yetimhanenin büyüklerinin yanına yaklaştığında ellerindeki ayıp dergilerde görmüştü ilk memeyi. Şimdi merdivenlerde ne zaman Seda'yla karşılaşsa ya biberon gelir aklına, ya da doğru düzgün bakmadığı o ayıp dergi yüzünden yediği dayak.

Devletin kontrolünde büyüyen, devletin işinde çalışan ve devletana/devletbabanın çocuğuydu Umut. Büyüdüğü yetimhanede kaç yüz kardeşi/abisi/ablası olduğunu bilmiyordu bile. Zaten çoğunun adını bile unutmuştu şimdiye kadar. Bir tek Kara Şakir çıkmıyordu aklından. Mevsimlik işçi babası kan davası yüzünden öldürülünce annesiyle ortada kalmış 2 yaşındaki Kara Şakir, annesi bir süre idare etmeye çalışsa da diğer kardeşleriyle birlikte el koymuş devlet Kara'ya. Bir süre ziyaretine gelmiş annesi, onu ve kardeşlerini alacağını söylemiş, sonra da kaybolmuş gitmiş. Kara bunları kendisi mi uydururdu yoksa gerçekten annesi onun peşini bırakmamış mıydı? kimse bilmiyordu. Umut'la aynı yaştaydılar, sadece doğduğu yıldan emindi Kara ama Umut'un bütün tutanaklarda doğum tarihi belliydi. İyi anlaşmışlardı. Etütten çıktıklarında Kara avlunun kuytusunda Umut'a elinde tuttuğu el yapımı falçatayı göstermişti bir gün. Umut çok beğenmişti, nasıl yaptığını ince ince sormuştu. Kara "beğendiysen bu senin olsun, ben ranzadan bi parça daha koparır kendime yaparım" demişti, zorla tutuşturmuştu yarısından çoğu ip dolanmış paslı metal parçasını. İki gün sonra tuvalette dövülmüş olarak bulunmuştu Kara, kaldırıldığı hastaneden dönmemişti, ne onu doğuran annesi aramıştı onu ne de devlet. Umut ise hep kendini suçlamıştı, falçatası yanında olsaydı Kara Şakir'in kendini savunurdu ve hayatta kalırdı demişti hep kendine. Yıllarca bir katil olarak yaşamıştı Umut. Kendini hiç affetmeyecekti ve dahası kendini suçlamayı nereden öğrendiğini hiç bilemeyecekti.

Zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştı Umut. Onu ne zaman terk etmişlerdi, yetimhaneye ne zaman girmişti, kendisine bir şey olacak korkusuyla kaç gecesini uykusuz geçirmişti, kaç kişiyle ranzanın alt katı için dövüşmüştü, kaç defa soğuk suyla ıslatılmıştı, kaç defa dayak yemişti, ne zaman çalışmaya başlamış, kaç maaş almıştı, kaç ev değiştirmişti, otobüs duraklarında kaç defa aşık olmuş, kaç defa iki durak öncesinde yeniden terk edilmişti... Hiçbirini bilmiyordu Umut...

Adının hikayesini çok sonraları öğrenmişti. Bir televizyon haberinde terk edilen erkek bebeğe karakolda Umut adını verdiklerini görmüş, yetimhanedeki Umut adındaki oğlanları, Kader adındaki kızları düşünmüştü, gülmüştü. Hem de kahvenin orta yerinde, anıra anıra gülmüş, herkes ona bakarken dışarı çıkmış, kimsenin olmadığı bir sokağın ortasında kaldırıma çökmüş, anıra anıra ağlamıştı. O gün o kaldırımda adının manasını bırakmıştı tuzlu gözyaşlarının içinde. Umut'un umudu yoktu artık. Kilometre dolduruyordu. Laik bir devletin yetimhanesinde büyümüş biriydi Umut, din işleriyle kendi işlerini birbirine karıştırmamıştı hiçbir zaman. İnançlı değildi, yetimhanede inanmak zordu zaten, çıktığında ise fırsat olmamıştı. Bazen mesai saati uygun olduğunda iş arkadaşlarıyla Cuma namazlarına giderdi, hoca hutbeyi elindeki kağıttan okurken o halı üzerindeki desenlerle oynardı zihninde. Ama hiçbir zaman intihar etmeyi düşünmemişti. Oyundan bu kadar erken çıkmayı yakıştıramamıştı kendine. Vaktini bekliyordu Umut. Terk edildiğinde olduğu gibi birilerinin gelip onu bulmasını bekliyordu, bir başkasının umudu olmayı bekliyordu.

"Yerin iki kat altında bi arşiv odasında kim bulsun lan seni" dedi bütün bunlar hızla zihninden geçerken. Güldü. Altmış mumluk ampulün aydınlattığı arşiv odasındaydı iki haftadır. Tozlu, farelerin kemirdiği ve umumi tuvalet olarak kullandığı dosyaları düzene sokmaya çalışıyordu. Tek başına olmaktan memnundu, hatta hep burada bile durabilirdi. Diğer insanlarla çalışmaktan çok daha iyiydi bu arşiv odası. Bir türkü tutturmuştu, Kara Şakir'in hayattayken söylediği bir türküydü bu, ne hakkında olduğunu hiçbir zaman anlayamamıştı Umut ama hoşuna gidiyordu işte. Biraz zorlasa "mutluyum" bile diyebilirdi.

Kalorifer kazanı patladığında hiç acı hissetmedi Umut, zaten hiçbir şeyi fark bile etmedi, üzerine önce metal raflardan biri devrildi, metal rafların üzerine ise koca beton duvar. Türkünün son kısmını söylüyordu Umut, türkü bitince de ıslıkla devam edecekti ezgiyi mırıldanmaya. Islık çalmaya fırsatı olmadı. Hiçbir şeye fırsatı olmadı, Kara Şakir'i bile düşünemedi, oysa şimdiye kadar ölürken ilk o aklına gelecek zannederdi. Ertesi gün molozların arasından çıkarılan cesedi bir süre devlet hastanesinin morgunda bekledi, kimse almaya gelmeyince çalıştığı kurum resmi bir cenaze töreniyle defnetti onu kimsesizler mezarlığına. Devletin eline doğan, devletin elinde büyüyen Umut, yine devletin elinde ölüp, devletin eliyle toprağa girmişti işte. Yaşayamadığı bütün pişmanlıkları, acıları ve kederleriyle birlikte. Ondan geriye sadece paslı bir el yapımı falçata kaldı çalıştığı masanın çekmecesinde...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder