"...Cogito ergo sum..." (Descartes)
______________________________
Hayır düşünmüyorum/düşünemiyorum. Kafatasımın içinde etrafındaki sıvının orta yerinde yüzen, kıvrımlarını hareket ettiren ve bir saniyede bilmem kaç işlem gören beynim düşünmekten kaçıyor. İçgüdülerimle hareket ettiğimi varsayıyorum ya da varsaydığımı zannediyorum. Kurtla kuzuyu ayırt edemiyorum, bir an için kıyamet başladı zannediyorum, korkuyorum. Ya da korktuğumu varsayıyorum, varsaydığımı zannediyorum. Emin değilim...
Büyük prodüksiyonlarla, büyük paralarla çevrilen o bilmem kaç filmde olduğu gibi bir senaryo bekliyorum. Bütün dünya düşünmeyi benim gibi bırakmış, terk etmiş ve yahut becerememiş. İnsanlar tamamen içgüdüleriyle hareket ediyor yada içgüdüleri diğerlerinden gelişmiş canlılar olarak hayatlarını sürdürüyorlar. Sonra böyle bir şeyin saçma olacağına kanaat getiriyorum. Kanaat getirdiğimi varsayıyorum ya da varsaydığımı zannediyorum.
Etrafıma baktığımda mutfakta olduğumu görüyorum. Sıcak, sıcağı hissedebiliyorum ama sıcağı düşünmek bana çok uzak. Daha da sıcakları, en sıcakları, yerin yedi kat altında yanan ateşi, o ateşte pişen çığlıkları, o ateşe gidenleri, o ateşten kaçanları, o ateşten korkanları, o ateşe tapanları... Her şey bana çok uzak. Yalnız başına kaynayan suya sabitleniyor bakışlarım. Suyun kaynama derecesi neydi? Suyun kaynaması için gereken koşullar nelerdir? Suyu oluşturan moleküller? Molekül ne demek?
Kendime daha serin yerler arıyor olmalıyım. Bir gölge, pencereye uzak, duvar dibi. Pencereden gelen ışıktan kaçtıkça, karanlığa yaklaştıkça serinliyorum. Düşünceden uzaklaştıkça, kendimi suyun akışına bıraktıkça yakaladığım o huzur verici boşluk misali... Hakikatin ışığı insanın yolunu aydınlatırken insana zahmet de veriyor olmalı, ısıtıyor, yakıyor olmalı muhakkak. Hakikatten uzaklaştıkça, karanlığa, düşüncesizliğe alıştıkça duyulan rahatlık bundan olsa gerek. Ve ben bütün bunları nereden hatırladığımı bilmiyorum. Hatırlayıp hatırlamadığımdan bile emin değilim. Emin olmadığımı varsayıyorum ya da varsaydığımı zannediyorum.
Çay demlenmiş. Demlenmek ile ilgili bir şey canlanmıyor zihnimde. Bütün bunlar içgüdülerimle olmalı. Bir canlının içgüdüleri neyi amaçlar? Yaşamak, sadece yaşamak. Ne pahasına olursa olsun yaşamak. Ne şekilde olursa olsun yaşamak. Ve düşünebildiğim zamanlardan kalan birkaç kırıntı sızıyor zihnime, uykusundan uyanır gibi bir yandan diğer yana devriliyor beynim, homurdanıyor, söyleniyor, yeniden aynı sessizliğe bürünüyor. O birkaç kırıntıyla yaşamanın ne anlama geldiğini sorguluyorum kendimce. Yalnız nefes almak mı? Kredi kartına yapılan taksitleri takip etmek mi? Başkalarının sırtına basarak yükselmek mi? Durmak mı? Koşmak mı? Hayır, bu kadar, cevabı bulamıyorum. Cevabı bulamamaktan ziyade, ne aradığımdan bile emin değilim. Bu önümdeki bardağa hangi ara çay doldurdum?
Zaman bütün çarpıklığıyla beni mutlak sona sürüklerken ben kendime tutunacak bir dal arıyor gibiyim. Öyle olduğumu varsayıyorum ya da varsaydığımı zannediyorum. Düşünmeye ara vermekse dünyaya çalım atmaya kalkmak gibi, kendi benliğini reddetmek, beynini istifaya zorlamak, kuralları/tabuları tanımamak, içgüdülerinin elinde oyuncak olmak, kimisine göre rezil olmak, bazısının gözünde en tepeye ulaşmak. Varlığını ret etmek. Sahi biz var mıyız? Bilemiyorum, bir masada oturmuş, önümdeki çaya bakarken havanın ne kadar sıcak olduğunu biliyorum sadece. "çay harareti alır" diye bir ses duyuyorum, beynim uyanmaya başladı galiba, benimle iletişim kurmak ister gibi bir hali var. Gözlerim ağır hareketlerle çay bardağına uzanan elimi izliyor.
Karar veriyorum, Descartes yanılmış;
"...çay içiyorum öyleyse varım..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder